Arter’de gerçekleşen Farz et Ki Sen Yoksun sergisi, Ömer M. Koç’un özel koleksiyonundan seçilen 600’ün üzerinde yapıtı çok geniş bir yelpazede sunuyor. Küratör Selen Ansen’le konuştuk.
Arter’in 3. ve 4. kat galerilerine yayılan Farz et Ki Sen Yoksun başlıklı sergi, Ömer M. Koç’un özel koleksiyonundan seçilen 600’ün üzerinde sanat yapıtını çok katmanlı, çok çeşitli ve çok geniş bir yelpazede izleyiciye sunuyor. Sergi küratörü Selen Ansen, ilk defa mekanın bu denli belirleyici olduğu, serginin içkin bir parçası haline gelecek kadar önem teşkil ettiği bir sergi hazırladığını belirterek şu sözleri ekliyor “Farz Et Ki Sen Yoksun, bir özel koleksiyonun gövdesine, uzuvlarına ve içeriğine odaklandığı kadar, koleksiyonun oluşturduğu yaşam alanını bir müze mekanıyla buluşturmanın imkanlarını irdeliyor.” Ömer Hayyam’ın (1048-1131) Rubailer’inde yer alan bir dizeden esinle isimlendirilmiş sergi, 400’e yakın sanatçının yapıtlarıyla birlikte anonim eserler, seri üretimler ve muhtelif ögelere yer veriyor. 29 Aralık’a kadar devam eden serginin küratörü Selen Ansen ile Rubailer, özel bir koleksiyon etrafında kurgulanan bir sergi fikri, koleksiyoner olma refleksi, mekanın belirleyiciliği ve eserlerin hikayeleri hakkında konuştuk.
Ömer Hayyam Rubailer’inde bu dünya üzerinde yaşayan her faninin kendi yolunu aradığından, “an” kavramından ve dünyevi hayat ile kurduğu ilişkiden bahseder. Ayrıca bilinmeyene “X” diyen de Hayyam’ın ta kendisidir. Tüm bunların ışığında Farz Et Ki Sen Yoksun sergisi başlığına nasıl kavuştu? Serginin kavramsal çerçevesinden bahsedelim mi?
Özel bir koleksiyon etrafında kurgulanan bir sergi düzenleme fikri Arter’in İstiklal Caddesi’ndeki yıllarından beri aklımızda vardı. Yıllar içinde giderek şekillenen bu fikir Dolapdere’deki yeni binamıza geçtikten kısa süre sonra, Ömer Koç Koleksiyonu’na odaklanan bu serginin ön hazırlıklarıyla somutlaştı. Bu kapsamlı koleksiyonla daha öncesinde de çalışma fırsatım olmuştu. 2022’de Meşher’de hazırladığım Ben Kimse. Sen de mi Kimsesin? isimli grup sergisinde ve Abdülmecit Efendi Köşkü’nde Brigitte Pitarakis ile beraber hazırladığımız İsmi Lazım Değil başlııklı sergide bu koleksiyondan ödünç alınan bazı eserler yer alıyordu. Farz Et Ki Sen Yoksun’da ise tüm eserler Ömer Koç Koleksiyonu’na ait olmakla beraber, serginin tematik odağında koleksiyonun kendisi oluşturmakta. Hazırlıkları yaklaşık iki yıl süren bu sergi için çalışırken, öncelikle koleksiyonerin hayalleriyle oluşan koleksiyonu bir bütün olarak dinlemek istedim. Bu koleksiyonun özelikleri nedir? Koleksiyonerin eylemi sayesinde bir araya gelen farklı nesneler hangi yorumlara kendini açar ve mekansal komşulukları hangi düşünsel yakınlıklara imkan verir? Bizleri çevreleyen nesnelerin suskun olmadıklarına inanırım ve şüphesiz hiçbir koleksiyon keyfe keder oluşmaz; onu bir araya getirenin nasıl kurgulandığı ve nereleri harekete geçirdiğinin hem somut sonucudur hem de sürecin ta kendisidir.
Bir vahayı andıran bu koleksiyonu hangi bölümlere ayırdınız, nasıl bir sırayla, hangi gözle izlenmeli?
Serginin hazırlık sürecinde, koleksiyonla zaman geçirdikçe, eserlerin sanatsal niteliklerinin yanı sıra, koleksiyonun kapsadığı alanların genişliği ve barındırdığı nesnelerin çeşitliliği gittikçe önem teşkil etti benim için. Edebiyatı, felsefeyi, tarihi, sanatı, tıbbı iç içe düşünmeyi ve deneyimlemeyi mümkün kılan bu koleksiyon; aynı zamanda tasarım ürünlerini, mobilyaları, nadir eserleri, sanat nesnelerini ve işlevsel nesneleri buluşturan dev bir gövde. Günümüzde, alışıldık tasnif mantığına meydan okuyan bu tür yakınlıkları sanat kurumlarında dahi deneyimlemek zor. Ömer Koç Koleksiyonu’nun özgün mantığından hareketle bir sergileme biçimi olarak da söz konusu komşuluklara yer vermek istedim. Serginin farklı alanlarında görülebileceği üzere, bir gündelik eşya ve bir nadir eser, bir işlevsel nesne ve bir sanat nesnesi arasında çeşitli kesişme senaryoları kurguladık.
İnşalarımız ve yıkımlarımız…
Çalışmaların birlikte sergileniyor olmaları etki alanını öylesine genişletiyor ki izleyicinin başı dönüyor. Nasıl bir kompozisyon yarattınız?
Daha önce dediğim gibi, benim gözümde bu koleksiyon hayat kadar geniş, hayat kadar derin ve kompleks. Serginin hazırlıkları esnasında koleksiyonun bir araya getirdiği eser ve nesnelerle zaman geçirdiğim sürede, kendi “takıntılarımla”, yani irdelemek- ten bıkmadığım konularla, yeniden buluştum bir bakıma. Bu “takıntılarım” arasında en gündelik eylemlerimiz ve jestlerimiz, bilhassa düşüşlerimiz yer alıyor. Hayatlarımız inşalarımızdan olduğu kadar yıkımlarımızdan ibaret. Elbette, Ömer Koç Koleksiyonu’nu bu temaya indirgemek yanlış olur, amacım da bu değil. Fakat bu özel koleksiyonun imkan verdiği birçok okumalar arasında, bu tür bir okuma da mümkün gibi geldi bana. Ve bu noktada, sergi başlığı için ilham aldığım Ömer Hayyam’ın Rubailer’indeki dizeler tekrar yankılandı zihnimde. Şair, faniliğimizin sınırları dahilinde bizleri yaşama coşkuyla sarılmaya davet ediyor. Dünyeviliğimizin çerçevesinde yükselişi nasıl tahayyül edebiliriz, nasıl hayata ad geçirebiliriz? Ömer Koç Koleksiyonu’ndaki eserlerin (dönem, alan, mecra) çeşitliliğine baktığımda, insanlığın asırlardan beri bunu bilgi, arzu, hayal gücü, düş, merak, üretim yoluyla mümkün kılmaya çalıştığını daha bütünsel anlamda gördüm. Ayaklarımız zeminden/ topraktan kesilmeden yükselebilmek, hafifleyebilmek… Temelde, serginin güzergahına şekil verirken bu düşünce bana kılavuz oldu.